Mimarlığı Yatay mı Alırsınız, Dikey mi?

Ayşe Hasol Erktin, Mimar, HAS Mimarlık, ayse.erktin@hasmimarlik.com.tr

Öncelikle belirteyim: “Yatay mimarlık” bir mimarlık terimi değildir. Ne üniversitede ne de otuz yıllık meslek yaşamımda bu terime rastlamadım. Politikacılardan duyana kadar…

Mimarlar ve kent plancıları, kent toprağını en “iyi” biçimde kullanmayı ve kendilerine emanet edilen toprak parçasını, aldıklarından daha “iyi” bir durumda teslim etmeyi amaçlarlar. Burada “iyi”, kentliler için iyi, kullanıcılar için iyi, yatırımcılar için iyi, çevre için iyi, yaşam kalitesi için iyi demektir. Bütün bu unsurları doğru bir bileşkede buluşturmak için mimar, hem binanın içinde hem de arsa ölçeğinde kullanıcıların yaşamını zenginleştirmeye çabalar. Bu çabanın içinde binanın yatay ya da dikey olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan; kullanıcılara ve kentlilere çağdaş yaşam kalitesi sağlanması, çevreye uyum, kaynakların verimli kullanılmasıdır.

Öte yandan, binanın hem arsa üzerindeki taban alanı hem de yüksekliği, yani “yoğunluk”, kentlilerin yaşam kalitesini doğrudan etkiler. Binaların yalnızca yüksekliği değil; arsa üzerinde kapladıkları taban alanının büyüklüğü de aynı derecede yoğunluk yaratır. Fazla yoğun kentler yaşanmaz hale gelir. Özetle, binaları yükselterek artıracağınız inşaat alanlarını, bu kez de tabana yayarak kullanmak, kentlerde daha da kötü sonuçlara yol açar. Arsaların büyük bölümü bina ile kaplanacağından yayalar için nefes alacak alan kalmaz.

Bir an için hem taban alanını daha az kullanacağımızı hem de binaları yükseltmekten kaçınacağımızı varsayalım. Böylelikle, kentlerde bahçeli, yeşili bol, üstelik de alçak binalar olacağını düşünebiliriz. Ancak bu kez de ister istemez kentlerin alanı büyüyecektir. Yayılan kentlerin yüz ölçümü artacak, bu kentlerde ulaşım zorlanacaktır. Kentin bir ucundan diğerine ulaşmak verimsiz hale gelecektir. Motorlu araçların neden olacağı hava kirliliği de cabası. İstanbul’un bugünkü sınırları içinde dahi bu azman kentin sorunlarıyla baş edemezken, sınırları genişleyen kentle birlikte sorunlar katlanarak artacaktır. Oysa çevreci ve akıllı kentler daha az enerjiyi daha verimli kullanmayı amaçlıyorlar. Kentlilerin yaşam kalitesini geliştirmeye çalışıp ömürlerinin yollarda tükenmesini önlemeye gayret ediyorlar.

Kentleri yaşanabilir kılmanın çaresi yoğunluğun azaltılmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü, sağlıklı kentler için kişi başına 9 m2 yeşil alanı öngörüyor. Oysa İstanbul’da kullanılabilir yeşil alan kişi başına 1,2 m2. Dünya Sağlık Örgütü’nün 9 m2/kişi yeşil alan hedefi, yaklaşık 1,5 emsale* karşılık geliyor. Yani yapı alanı, arsa alanının 1,5 mislinden fazla olmamalı. Kentlerimiz bu oranın çok çok gerisinde.

Dolayısıyla yalnızca yapılaşma yoğunluğu değil; aynı zamanda nüfus yoğunluğunun da azalmasına çalışmak gerekiyor. Yatırımları mega-kentlere değil, gelişmeye uygun diğer bölgelere yaparak büyük kentler üzerindeki nüfus baskısı azaltılmalı. İstanbul’un nüfusu, Paris’in ve Londra’nın 1,5 katı, Roma ve Berlin’in yaklaşık 4 katı… Varlıklı ülkelerin dahi baş edemeyecekleri bir nüfus baskısıyla karşı karşıyayız.

Başlıktaki soruya dönelim: İster yatay, ister dikey kentleşelim; kentler üzerindeki nüfus baskısı azaltılmadıkça, “yoğunluk” her zaman bir sorun olarak gündemimizde kalacak. Yeni yatırımları ve iş olanaklarını ülkenin tamamına yaymaktan başka çıkar yol yok. Yaşam kalitesi ve yaşanabilir kentler ancak refahın bütün ülkeye yayılmasıyla gelecek.


* Emsal: Toprak üstü inşaat alanı/arsa alanı.
bi_özet gayrimenkul | 7. sayı | Mart 2019