Zavallı İstanbul

Prof. Dr. Erdem Kaşıkçıoğlu, İç Hastalıkları, Kalp-Damar Hastalıkları, Spor Hekimliği Uzmanı, ekasikcioglu@gmail.com


Kaçınız yeryüzünün nadide güzelliklerinden biri olan İstanbul kentinde doğdunuz? Kaçınızın gençliğinin en güzel anları bu kentin içinde dağılmayan bir sis gibi asılı kaldı? Hangi yaşta olursanız olun eğer orada hâlâ yaşamaya devam ediyorsanız; güzel olanın hızla nasıl da tüketilebileceğine dair çoğu anlarda istemeye istemeye de olsa kör bir şahitlik yapmakla karşı karşıyasınızdır. Bütün olup bitenlere inat, her gün aynı heyecanla şuursuz bir şekilde kendinizi kaybedip günün sonunda hiç beklemediğiniz bir sokağın kaldırımında mutluluk ve burukluk karışımı garip bir tebessüm içinde bulabilmeniz bu kentin bir mucizesidir. Kaç tane 10 yıl geçirdim diye hesaplamak içimden gelmiyor ama bu konuda söyleyebileceğim tek söz; her ömrün bu kent için kısa olduğudur.

Neler değişti diye düşünüyorum, geçmiş bu birkaç on yılın ardından? Siz söyleyin! Hepinizi tanıyorum. Benimle birlikte sizler de oradaydınız ve şahittiniz bütün olup bitenlere. Güzel sözler mi? Belki de tam zamanı güzel sözler söylemenin. Kim bilir belki tutar diyerek, umut aşılamalı her bir kırık kanada. Ama olmuyor işte! Birçok insanın beklediği, o kadar basit birkaç güzel kelime sizin dudaklarınızdan dökülmüyor. İşte bu yüzden, onlarca kelimenin arasından bir tanesini bile yazamıyorum.

Bu kifayetsizlik içinde, kendimi bir taksinin içinde buluyorum. Bütün sürücüler gibi, taksinin şoförü trafikten boğulmuş olmalı ki, ön koltukta oturduğumdan beri radyonun düğmesiyle uğraşıp duruyor. Aradığını bulmuş olmalı ki bir kanalda elini arama düğmesinden çekiyor. Nefes almakta güçlük çeken bir sunucunun ağzından, Kartal’daki çöken apartmandan, yasaklı bir ajans sunulmakta. Yetkililerin dediğine göre sadece birkaç kişiymiş enkazın içinde kalan. İçim daralıyor, nefes almakta güçlük çekiyorum. Kendime kızıyorum, nereden bindim bu taksiye diyorum içten içe. Neden yasaklı bir haber sunuluyor ki? Birkaç kişi kimdir diye soruyorum kendime? Sürücü bir, ben iki, araçların arasından geçen genç üç, kaldırımda yürüyen kadın dört, elini tuttuğu çocuk beş… Birkaç çok mu, az mı? Sonra kendi profesyonel mesleğimi düşünüyorum. İyi bir hekim, bütün meslek yaşamında kaç birkaç kişinin yaşamını kurtarabilir? Üç, yedi, on dokuz?.. Hiç mi? Belki de hiç; ama doğrusunu bilmiyorum ve de cevaplaması oldukça zor. Siz söyleyin, “bir” ile ifade ettiğimiz değer çok mu az mı? Bu konuda söyleyebileceğim, sadece tek bir yaşamın kendi özelinde ne kadar değerli olduğu ve onu korumanın ne kadar zor olduğu. Sürücü bana dönüp, ajansı tekrarlıyor: “Abi, malzeme olarak deniz kumu kullanılmış”. Bana niye söylüyorsun demek geçiyor içimden, ama demiyorum. Birkaç ay kadar öncesine kadar konuşulan İmar Barışı’nı hatırlıyorum. İnsanların üstüne bir savaş gibi yıkılan her seçim döneminde ülkenin her beton duvarına uğrayan bambaşka bir barış.

Ruh halim konuşmaya müsaade etmediği için sürücünün söylediklerinin çoğu duvara çarpıp duruyor. Yoğun trafiğin içinde geçmişe bir yolculuğa çoktan çıkmıştım. Üzerinden iki tane 10 yıl geçmiş olan hazin bir Ağustos gecesine gidiyorum. İşte bir kez daha, silinmeye yüz tutmuş bir kâbusun içindeyim. Sabahın zifirisinde, birbirinin üzerine çökmüş dört katlı bir binanın en üst katında buluyorum kendimi. Kurtarın! Kurtarın beni! O sesin kaynağına ulaşmak istiyoruz, eline keser ve küçük talaş küreği almış birkaç kişiyle birlikte. Oyuklar arasından, bedeni yığınlar içinde görünmeyen bir ele ulaşıyoruz saatler sonrası. Enkazın içinde, elinin üstündeki damarlardan birisine güçlükler içinde bir serum takmayı başarabiliyorum. Saatler sonra, yerden, gökten gelen bir uğultunun içinde cam bir serum şişesiyle yapayalnız kalıyorum. Dışarıdan yayılan çığlıklar içinde artçı bir sarsıntı olduğunu o zaman öğreniyorum. Oyuklar üstüme kapanırken; bir yaşamımın sonu da, tekrar başlangıcı da o kadar kısa bir anda gerçekleşmişti. Yarım günü geçkin bir çalışmanın sonunda dört kişilik bir aileden ise sadece o elin sahibini beton dehlizinden sağ olarak çıkarabilmiştik. Ne kadar büyük çaresizlik ve sahipsizlik anlarıydı. En acı olanı da; o zamanlarda da kayıplar yayın yasakları içinde bir sayı oyunuyla sunulmuştu. O tarihten bu yana kendi kendime hep aynı soruyu soruyorum: Bir yapının müteahhidi ve/veya mühendisi mesleki yaşamlarında kaç hayatı koruyabilir? Bir, on, yüz?.. Kim bilir, belki de bir doktordan daha da fazlasını…

İlerlemeyen trafikte sürücü sinirleniyor. Neredeyse trafikten dolayı beni suçlu hissettirecek kadar sinirlenip bir şeyler mırıldanıyor. Yeniden bir şeyler söyleme gereği duyuyor: “İstanbul’un böyle olacağını bilseydi Fatih fethetmezdi” diyor. Sol elini dudaklarının üzerine götürerek bir iki ismi cismi belirsiz küfür mırıldanıyor. Tekrardan sağ elini sarsakça radyonun kanal arama düğmesine götürerek konuşmaya devam ediyor: “Abi, anti-depresan almadan bu iş yapılmaz”.

Şimdi, başka bir kanaldan buram buram bir arabesk melodisi ve sözleri yayılırken, artık güneşin değmediği sokakların derin gölgelerine bakıyorum. Çok uzaklardan tanıdığım birisini bulmaya çalışır gibiyim. Çocukluğum ve gençliğimin ışık oyunlarıyla dans eden İstanbul sokakları nereye gitmişlerdi?

Suçlu ben… Masum sen… Zavallı İstanbul.

bi_özet gayrimenkul | 7. sayı | Mart 2019

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s